5 Kasım 2014 Çarşamba

NAVİGA YAZILARI // YELKEN HAYATIN TA KENDİSİ (EKİM 2014)

DENİZ SENİN AYNANDIR


Geçen ayki yazımızda konfor alanı ve yelken konusuna değinmiş, yelkenin hayat ile olan benzerliklerini irdelemeye başlamıştık. Bu ayki konumuz ise “kendini tanımak ve bilmek”.

Lütfen bu yazının devamını okumadan önce durun ve kendinize şu soruyu sorun. Kendinize dürüst bir cevap vereceğinize eminim: “Kendinizi gerçekten tanıyor musunuz?”

Parçası olduğumuz hayatın temposunu ve karmaşasını düşününce bunun çok kolay olmadığına inanıyorum. Neden mi?


Bir bebeğin dünyaya gözlerini açtığı anı düşünün… Hiç tanımadığı, bilmediği bir ortama giriyor. Kim bilir neler hissediyordur o an. Bebek ilk andan itibaren atmosfer dahil her şeye adapte olmaya çalışıyor. Bir derdi olduğunda tam olarak anlatamıyor, sadece ağlayarak dikkat çekmeye çalışıyor. Belki bu ihtiyaçla, hızla etrafındakilerin çıkardıkları seslerde anlam arayarak o lisanı öğreniyor. Yürümeyi öğrendikten sonra da etrafını daha rahat keşfetmeye başlıyor. Ama, sen misin yürüyen? Hemen ana okuluna gönderiliyor ve yine yeni ortamlara ayak uydurmaya çalışıyor. Sonrasında sınavlar, okullar… 20’li yaşlardan sonra ise başka bir travmatik tempo geliyor hayata: iş, aile, çocuklar, statüler, vs. Kısacası ilk doğduğumuz andan itibaren etrafımızda olup bitenleri, bir anda dahil olduğumuz hazır sistemi, bizim adımıza doğru olduğu düşünülen şeyleri yapmak, anlamak ve onlara ayak uydurmakla geçiyor bir ömür… Tüm odağımız dış dünyaya yönelmiş… Atladığımız şey ise genelde kendimiz oluyoruz. İnanın bana, böyle bir hayatta bir insanın kendisini gerçek anlamıyla tanıması çok zor bir şey.

Ben de kendimi çok iyi tanıdığımı iddia edemem. Ancak, çok açık şekilde şunu söyleyebilirim: hayatıma yelken girdikten sonra kendimi çok daha iyi tanıyorum.

KENDİNİ TANIMAK


Biraz kendini tanıma konusunun neden bu kadar önemli olduğunu irdeleyelim. Bu kavram aslına bakarsanız felsefenin temellerinden biri denilebilir. Delfi’deki Apollo Tapınağı’nın avlusundaki duvarlarında “Kendini Tanı” sözünü görebilirsiniz. Ben bir “tapınağın” duvarında böyle bir öğretinin yazdığını farkettiğimde bundan çok etkilenmiştim. Diğer yandan, “kendini tanıma” özellikle Platon ve Sokrates arasındaki felsefi sohbetlerde de üzerinde sık sık durulan bir kavram olmuştur.

İsterseniz, felsefeyi bir kenara bırakalım ve popüler kültür ürünlerinden biri olan Matrix üzerinden konuyu biraz daha irdeleyelim. “O” olduğu düşünülerek sistemden kaçırılan ve gerçek hayatla tanıştırılan Neo kahine götürülür. Amaç, Neo’nun “O” olup olmadığını öğrenmektir. Kahinimiz o sırada mutfağında lezzetli kurabiylerini pişirmektedir. Neo içeri girer ve biraz sohbet ettikten sonra tüm zihnini kemiren soruyu sorar: “Ben “O” muyum?”. Kahin bu soruya soğukkanlılıkla şu cevabı verir: “Bunu ancak sen bilebilirsin Neo.” Bilmem dikkatinizi çekmiş midir, bu konuşmalar sürerken mutfağın girişinde bir yazı gözükür. Burada “Know Thyself” yani “Kendini Bil” yazmaktadır. Neo, büyük bir hayal kırıklığı ile kendine olan güveni sarsılmış şekilde kahinin evinden çıkar.

Bu çok normaldir; çünkü, Neo örneğinde de gördüğümüz gibi bizler genelde dışarıdan aldığımız yorumlarla kendimizi keşfetmeye çalışırız? Etrafımızdaki insanlardan övgüler alınca bunu manevi bir ödül olarak kabul edip motivasyonumuzun yükseldiğini hissederiz. Hatta, etrafımızda genelde bizlere güzel sözler sarfeden insanları tutmayı tercih ederiz. Eğer onlardan istediklerimizi duyamazsak da bir anda moralimiz bozulur. Ve belki de yavaş yavaş onlardan uzaklaşmaya başlarız. Halbuki, gözden kaçırdığımız konu insanların dediklerine kulak vereceğimiz zamanı kendimizi gerçek anlamda kuvvetli ve zayıf yönlerimizle tanımaya harcasak, dışa bağımlılığı azalan çok daha güçlü insanlar olabiliriz.


İÇİMİZDEKİ DENİZ


Hobi, yarışlar ve iş vesilesiyle sık sık denizlere açılan biriyim. Ama, açık deniz seyrinin bendeki yeri çok başkadır. Açıklarda seyir yaparken kendinizle baş başa kalabileceğiniz çok fazla zamanınız olur. Telefonunuz genelde çekmez. Dikkatinizi dağıtacak mesajlar almazsınız, sosyal medyadan uzak durmak zorunda kalırsınız. Televizyon gibi sizi oyalayacak bir araç da yoktur. “Haydi biraz gezip tozayım, kafayı dağıtayım” diyebileceğiniz yerler çok geride kalmıştır. Size cömertçe güzelliklerini sergileyen doğayla başbaşasınızdır ve yalnızca ona uyum sağlamaya çalışırsınız. Karada bıraktığınız hayatınızla ve sevdiklerinizle o andaki tek bağınızın dümen suyunuzda kalan iz olduğunu düşünürsünüz. Sanki sizler ve onlar arasındaki bir bağmış gibi… Yalnız olduğunuzu hissedersiniz.

Açıkçası, bunu ilk hissettiğimde garip bir korku içine girmiştim. İlk aşamada, bu histen kaçmak için hemen bir şeylerle kendimi oyalamaya çalışmıştım. Çok iyi hatırlıyorum; bir kahve yapmıştım. Sonra, bir tane daha… Bir tane daha… Fazla kafeinle yüklendiğimi fark edince başka şeylerle kafamı dağıtmaya çalışmıştım. Anlık da olsa, bunu başarmıştım. Ancak, açık deniz seyri bu… Öyle birkaç saatlik bir seyahat değil. Rotanıza göre bazen günlerce bazen de 1 ayı aşkın sürebiliyor. Zaman geçiyor ve tüm seyahati kahve-kitap-temizlik, teçhizatınızı elden geçirmek gibi konularla dolduramayacağınızı anlıyorsunuz.

İkinci aşamada, teknenin bir köşesine geçip etrafınızı seyretmeye başlıyorsunuz. Zamanla, içinde bulunduğunuz doğanın ne kadar mükemmel olduğunu fark ediyorsunuz. Bulutların detaylarına bakıp onları bir şeylere benzetmeye çalışıyorsunuz. Su şırıltısında ruhunuzu rahatlatırken, ufukta yunusları arıyorsunuz. İçinizdeki o yalnızlık hissi azalmış oluyor. Etrafınızdaki güzelliklerin tadını çıkarmaya odaklanıyorsunuz.

Son aşamada ise bahsi geçen yalnızlık hissinden kaçmak yerine, onunla yüzleşmeye başlıyorsunuz. Zamanla şunu farkediyorsunuz; aslında yüzleşmekten çekindiğiniz şey yalnızlık değil, kendinizsiniz. Hayat boyu yaşadığınız problemlerin birçoğunu içinize attığınızı görüyorsunuz. Hani bazılarımız dibini göremedikleri karanlık denizlerde yüzmekten korkar ya; kendi benliğinizin de aynen böyle olduğunu anlıyorsunuz. Problemlerinizi dibi görünmeyen bir denizin karanlıklarına bırakmışsınız, bazılarını unutmuşsunuz bile… İçinizdeki dibi gözükmeyen deniz korkutuyor sizi; ama, orada yüzmeye başlıyorsunuz… Bir şekilde üzerinde seyrettiğiniz deniz sizin aynanız oluyor ve aynen yansıttığı mehtap ya da güneş ışığı gibi sizi yansıtmaya başlıyor. Her şey birer birer su yüzüne çıkmaya başlıyor. İnanın bana bu çok zor bir süreç. O an, yanımda birileri olsaydı da tartışsaydım dediğim çok oldu…  Kolaya kaçıp, “geçer gider, merak etme, sen her şeyin üstesinden gelirsin” diyen ailenizin, dostlarınızın eksikliğini hissediyorsunuz. Denizin dürüstlüğü ve direktliği sizi zorluyor. Sonuçta, o size neyseniz onu yansıtıyor. Ne azıyla, ne fazlasıyla… Ne yererek, ne överek… Kısa ve öz şekilde, güçlü olduğunuz noktaları hatırlamanızı, zaaflarınızla da kabullenmenizi sağlıyor.

Deniz sadece içinizdeki karanlığı aydınlatmakla kalmıyor. Sabırlı olduğunuzu mu iddia ediyorsunuz, bir anda rüzgarınız kesiliyor… Bir günde gideceğiniz rotayı üç güne uzatıyor, sabrınızı sınıyor. Dayanıklıyım mı diyorsunuz? Bir hava kaçağı seriliyor önünüze, doğanın gücüne kaç saat dayanabileceğinizi test ediyor. Ben bu işi biliyorum mu diyorsunuz? Önünüze hiç karşılaşmadığınız problemler sunuyor ve denizi öğrenmenin, tanımanın sonu olmadığını anlatıyor size… Her seferinde sizi biraz daha zorluyor; ama, sınırlarınızı genişletiyor ve sizi olgunlaştırıyor.

Krishnamurti’yi bilir misiniz? Kendisi 13 yaşında “dünya öğretmeni” vasfı verilmiş bir kişi ve şunu söylüyor: “hepimiz ikinci el insanlarız”. Bundan kastı, dünyada oturmuş olan bir sisteme katılmış olmamız ve her şeyi hali hazırda bilen kişilerden öğrenmemiz, sonuç olarak da keşfetmekten uzaklaşmamız. Haksız da değil sanki? Örneğin; eşinizle dostunuzla son zamanlarda revaçta olan Thassos’a gideceksiniz diyelim. Hemen, oraya gitmiş bir arkadaşımızı buluyoruz ve nereler güzel diye soruyoruz. Oraya gidip, kendi arzumuza göre keşfetmeye yeltenmiyoruz. Genelde danışarak, hazıra konan adımlar atmayı yeğliyoruz. Maalesef bunu sadece tatillerimizde değil, kendimize karşı da yapıyoruz. Hayatın koşturmacası, kendimize yönelecek nefes bırakmıyor hiçbirimizde. Bir düzen tutturup, her şeyle ilgilenmeye çalışırken kendimizi unutmamamız gerektiğini düşünüyorum. Kısaca, söylemek istediğim şey bu…

Bu yolda da denizin ve yelkenin çok güzel bir araç olduğuna inanıyorum. Sonuçta deniz dürüsttür. Ve emin olun her insandan daha fazla dürüsttür. Size hem kendinize hem de başkalarına karşı dürüst olmayı öğretir. Alışık olduğunuz gibi “sen her şeyin iyisini yaparsın” demez. Dediğim gibi; deniz size güçlü yanlarınızı fark etmenize yardımcı olur. Diğer yandan, her türlü zayıflığınızı da yüzünüze vurur ve eksik yönlerinizi hissetmenizi, anlamanızı ve özümsemenizi de sağlar. Bunu sizi küçümseyerek yapmaz. O sadece sizin aynanız olur. Bazen sarsılırsınız. Hatta korkarsınız. Biraz yalnız hissedersiniz.  Çünkü, etrafınızdakilerin ve sevdiklerinizin size destek olma güdüsüyle söyledikleri kadar güçlü olmadığınızı anlarsınız. Egolarınız zarar görebilir ve birçoğundan sıyrılma sürecine girersiniz. Elbette ki, hepsinden sıyrılamazsınız. Ama, en azından içinde bulunduğunuz uçsuz bucaksız evreni farkedersiniz ve aslında ne kadar küçük olduğunuzu anlarsınız. Bu şekilde “dünyaları ben yarattım” fikrinden uzaklaşırsınız. Sırtınızda taşıdığınız kurgusal yükleri birer birer denize atarsınız. Zamanla, korkularınızdan sıyrılmaya başlarsınız.  Güçlü yönlerini ve zaaflarını daha iyi tanıyan siz artık daha güçlüsünüzdür. Önünüze çıkan problemleri içinizdeki bu yalınlıkla çözmeye çalışmayı öğrenmişsinizdir.

Ben etrafımdaki yelkenle ilgilenen ve ona kendilerinin aynası gibi bakabilen denizcilerin karşılarına bir problem çıktığında hayıflandığını hiç görmedim. Bazıları denizcileri gereğinden fazla kendine güvenli insanlar olarak tanımlar. Hayır; onlar içlerindeki derin denizlerdeki benlikleri ile yüzleşmiş ve o korkuları aşmıştırlar. İkinci el olmaktan çıkmış, artılarıyla eksileriyle kendilerini tanımaya başlamış gıcır gıcır birinci el insan olma yolunda adımlar atmışlardır. Hayattaki her şeyi hırslarla donatmamak gerektiğini, sadece kendileri olarak yaşamdan daha fazla keyif alabileceklerini ve ruhlarını besleyebileceklerini öğrenmişlerdir. İşte, denizcinin kendine güveni, yere ayağını daha sağlam basması, soğukkanlı olması da tam olarak bundandır… Neo’nun girdiği mutfağın duvarında “Kendini Bil” yazarken; denizcinin ruhunda deniz tuzuyla yazılmıştır bu söz.

Deniz dürüsttür. Sizin aynanız olur. Neyseniz, sizi öyle yansıtır. Ne yerer, ne yüceltir. Bu süreç hayatta aldığınız birçok eğitimden daha verimlidir. Elbette, denize bu açıdan bakmaya, onun size anlattıklarını anlamaya çalışırsanız.

Hayatta pruvanız hep neta olsun.



Sevgi ve Saygıyla,



Emre Başkan






1 yorum:

  1. "Bay Lee Ben (Kredi Görevlisi) ile tanıştırıldığımda, pazara ilk kez ev alıcısı olarak giriyordum. İhtiyaçlarım biraz farklıydı ve bana ön onay mektubumu göndermeden önce birçok sorum vardı , bunun ne anlama geldiği ve nelerin değişebileceği hakkında benimle konuşmak için aradı. Kendisini hemen hemen her saatte e-posta ve kısa mesaj yoluyla bana sundu, çok duyarlı ve bilgiliydi. O da çok açık sözlü, kapanış zamanı ve diğer ayrıntılar açısından beklentilerimin ne olduğunu ona açıkladım. Bu beklentileri karşılayacağını söyledi ama onları aştı. O kadar çabuk kapattım ki emlakçım ve satıcı elbette bu konuda heyecanlandı. Ancak bir alıcı olarak, süreçte kısa ve öz bir şekilde yürümekten memnun oldum. Ön onaydan kapanışa kadar yolculuk o kadar kusursuzdu ve kendimi şanslı sayıyorum çünkü internet hakkında korku hikayeleri duydum. Herhangi bir pazarda kredi arayan herkese bir kredi memuru Ben Lee iletişim e-postası: 247officedept@gmail.com & Whatsapp Numarası: + 1-989-394-3740 öneririm. Her şey elektronik olarak amaca uygun ve güvenli bir şekilde ele alındı ​​:) ”

    YanıtlaSil