Yelkeni ve
kişisel gelişimi birlikte ele aldığımız köşemizde, bu ay hem özel hem de iş
hayatımıza dair bir konu üzerinde duracağız: kontrol etme dürtüsü.
Kabul
edelim; modern hayat içinde o kadar çok unsur barındırıyor ki bazen içinde kaybolduğumuz
hissine kapılabiliyoruz. Bir düşünün lütfen; kendi yaşamınızda kafa yormaya
çalıştığınız, planlı ya da plansız olarak zaman ayırdığınız, 24 saatinizden pay
alan neler var? Ben kendimden örnek vereyim; ailem, arkadaşlarım, kedimiz Gezi,
sağlığım, işim, müşterilerim, evim, arabam, nasıl olduğunu anlayamasam da her
gün artan sayıda faturalar, ödemeler, ekonomik durum, dünyada olup bitenler,
“ne olacak bu Fenerbahçe’nin hali?”, “bu ülke nereye gidiyor”lar, vs. Emin olun
bunlar şu an aklıma gelenler. Unutmayın; hayatımızda ne kadar fazla unsur varsa
hakim olmamız gereken konu ve kontrol etmemiz gereken etkenler artıyor. Komplike
bir hayat değil mi?...
Bu kadar
farklı ve çok sayıda değişkenin olduğu hayatta her şeyle hakkını vererek
ilgilenebilmemiz mümkün değil. Çocuğumuzla bile… Ben bu konunun hepimiz içinde
bir travma olduğuna inanıyorum. Psikolog arkadaşlarımla yaptığım sohbetlerde de
bu düşüncemde hemfikir olduğumuzu söylemek isterim.
Peki bu
travmayı nasıl dengeliyoruz dersiniz? Birçok yolu var elbette. Bunlardan biri
de kontrol edebilme hissi. Her şeyin kontrolümüz altında olduğunu düşünmemiz bu
probleme karşı iyi hissetmemizi sağlıyor. Halbuki bu bir illüzyondan başka bir
şey değil…
KONTROL ETME DÜRTÜSÜ
Bir
örnekle devam edelim. Ofistesiniz, haftalardır hazırlandığınız önemli bir
değerlendirme toplantısı var. Sunumunuz hazır. Günlerdir her rapordaki
yüzdeleri, rakamları, her türlü veriyi ezberlemişsiniz. Sonuçta kimse kendisine
gelebilecek bir soruda konuya hakim olmadığı hissi yaratmak istemez değil mi?
Yönetim size bir soru yönelttiğinde soru çok basit ve net olsa da, gelen
sorulara farklı raporlardaki rakamlardan örnekler vererek cevap veriyorsunuz.
Bu yaklaşımınız konuyu belki biraz dağıtıyor belki; ama yönetime her şeyin
kontrolünüzün altında olduğunu ve birçok konudan anladığınızı hissettirmeyi
arzuluyorsunuz. Bunu yapıyorsunuz çünkü farkında olmasanız bile bunun sizi
rahat hissettireceğini biliyorsunuz. Kabul edelim, hepimizin bir egosu var. Alacağımız
takdirler egomuzu tatminediyor. Toplantıda bu gibi adımları atıyorsunuz ve
hedeflediğiniz olumlu imajı oluşturmuş olarak koridorda kendine güvenli şekilde
ilerliyorsunuz. Ama şunu kaçırıyorsunuz: bu illüzyon sizin haftalardır işinizi
geliştirmek için yeni şeyler yapmanıza, düşünmenize engel oldu. Geçmişteki
rakamları derlemekle ve ezberlemekle uğraştınız. Piyasa ve pazar elbette ki
sizin bu çalışmaları yapmanızı beklemedi. Yürüdü gitti. Firmanız ise aslında
sizin sorumlu olduğunuz konularda 1 hafta boyunca yerinde saydı.
Başka
bir örnek verelim… Hafta içindeki iş koşturmacasından dolayı kişisel ve ailevi
işlerinizin hiçbirini halledemediniz. Aldığınız zaman yönetimi eğitimlerinden
öğrenmiş olduğunuz tekniklerle Cumartesi gününü bu işleri takviminizden
çıkarabilmek üzere doldurdunuz. Zincirleme bir programla üzerinizdeki yükü atmak
için her türlü planı yaptınız. Plan yapmış olmanız sizde her şeyin kontrolünüz
altında olduğu hissini kuvvetlendirecektir. Cumartesi günü geldiğinde ise, hava
durumunun kötü olması nedeniyle işlerinizin çoğunu halledemiyorsunuz. Nasıl
hissedersiniz? Ben içtenlikle cevap vereyim; eski Emre olsa çıldırırdı. Her
şeyi planlamış, ince ayrıntıları düşünmüş olmasına rağmen hedeflediği işleri
bitirememiş olması onu gerçekten kötü hissettirirdi. Stresi artardı. Evdeki
suratı bin karış olurdu.
İlk
örnekte kontrolün elimizde olduğunu düşünerek egomuzu tatmin ettiğimiz, takdir
topladığımız; ama aslında yerimizde saydığımız verimsiz bir durum üzerinde
durduk. İkincisinde ise kontrol güdümüzle her şeyi planladığımız ve işlerin
düşündüğümüz gibi gitmediği, sonucunda stres küpü haline geldiğimiz bir süreci
kısaca irdeledik.
Peki,
neden böyle oluyor dersiniz? Cevabı çok basit… Her şeyi kontrol ettiğimizi
düşünmemiz büyük bir illüzyon. Sevgili okurlarım, şimdi rahatlayın ve birçok
şeyin kontrolümüz altında olmadığını kendinize itiraf edin.
KONTROL DÜRTÜSÜNÜN PANZEHİRİ:
YELKEN
Bir şeyi
ne kadar fazla tekrarlarsanız, düşünceleriniz ve davranışlarınız da o yönde
değişir. Bazen bunu kasıtlı yaparsınız, bazen de farkında olmadan yaparsınız.
Benim hayatıma yelken girdiğinden beri yaşamımda çok olumlu gelişmeler oldu.
Başta bunların yelkenle ilintili olduğunun farkında değildim. Ancak, özellikle
teknede yalnız geçirdiğim saatlerde Nietzsche’nin kozmik perspektifi yaklaşımındaki gibi zihnimi, ruhumu biraz yukarı
çıkarıp kendime uzaktan, başka bir gözden bakmaya çalıştım. Zaman içinde
yelkenin özel ve iş hayatıma dair neler öğrettiğini fark etmeye başladım.
Eskiden
kontrol delisi olan ben, zaman içerisinde evrilmiştim sanki. Daha rahattım.
Bunu gamsızlık olarak düşünmemek lazım. Hala sorumluluklarımın farkındaydım ve
geçmişe göre birçok işimi çok daha verimli şekilde halledebiliyordum. Yani
stresim azalmıştı ve daha sonuç odaklıydım.
Denize
her çıkışımda dili olmayan yelkenlim Küçük Prens, ben farkında olmadan benim
davranış kodlarımı ve hayat algımı değiştirmişti. Kontrol edebildiğim şeyler
kadar, hiçbir zaman kontrol edemeyeceğim unsurlar olduğunu öğretmişti bana.
Yelkene aşina olanlar eminim farkındadır; ancak ben düşüncelerinizi toparlayabilmek
adına size aşağıdaki tabloyu sunmak isterim.
Günümüz mühendisliği
bizlere bu öğeleri yöneterek teknemizi verimli şekilde kontrol edebilmemizi
sağlıyor. Bu maddeler teknenizdeki donanımlara göre elbette ki artırılabilir.
Ancak, klasik anlamda bu örnekler üzerinden ilerlememiz sizlere ne anlatmak
istediğimi daha kolay netleştirecektir.
Diğer
yandan, yelken yapan birinin kontrol edemediği unsurlar da mevcuttur.
Bir
önceki tablodakiler gibi bunlar da tartışılabilir ve üzerine eklemeler
yapılabilir konular.
Gelelim
işin özüne… Yine kendimden bir örnek vererek anlatmak isterim.
Yelkene
ilk başladığımda, seyahat sürecinin beni biraz rahatsız ettiğini söylemem
lazım. Hızlı bir tempoda yaşayan biri olarak seyirdeki yavaşlık canımı
sıkabiliyordu. Hatta rotamı çalıştıktan sonra coğrafi ya da meteorolojik olarak
değişebilen hava koşulları zaten yavaş geçen gezimi iyice uzatıyor, planladığım
zamandan daha geç karada olmama neden oluyordu. Sırf bu yüzden hava yelkene
uygun olsa bile motor seyri yaptığım rotaları anımsayabiliyorum… Dediğim gibi
hızlı bir hayatı olan biri olarak bu kadar yavaşlık beni rahatsız ediyordu.
Hele bunun üzerine kontrol edemediğim unsurların kendini her fırsatta belli
etmesi beni çileden çıkarabiliyordu.
Ben
böyle kendimi yiye durayım, Efes Sailing bünyesinde lisanslı olarak yarışmaya
başladım. İlk yarışlarda “yarış herhalde saat 4 gibi biter” diyerek hemen 1
saat sonrasına arkadaşlarımla randevulaştığım çok oldu. Ama planlananla tecrübe
edilen yine aynı olmadı. Birçok yarışta 3 ila 4 saat rüzgar beklediğimiz oldu.
Tahmin edersiniz ki, sözleştiğim randevular da heba oldu…
Bu
çelişkiler beni düşünmeye itti. Hızlı yaşam tarzımla farklılıklar gösteren;
ancak, beni rahatlatan, ruhumu dinlendiren, heyecanlandıran bir deniz vardı
karşımda… Bir karar vermeliydim: tamam mı, devam mı? Onu anlamaya karar verdim.
O sırada da aslında denizin bana aynen bir yaşam koçu gibi hayatı anlattığını
gördüm.
Denizde
her şey kontrol edilebilir değildi. Yürüyen bir sistem vardı. Orada var olmak
istiyorsam onlara ayak uydurmak zorundaydım. Ve tabii ki, kontrol edemediğim
unsurların benim hayat tiyatrosundaki güçlü rolümden çok daha güçlü
olabildiklerini kabullenmeliydim... Bu sahnede doğru yaşayabilmek için kontrol
edebileceğim konuları daha iyi öğrenip, elimde olmayan unsurlara daha iyi uyum
sağlamalıydım.
Sonrasında
bu yolda somut adımlar attım. Bunu yaparken de Stephen R. Covey’in kaleme
aldığı “Etkili İnsanların 7 Alışkanlığı” adlı kitaptaki bir modeli kullandım.
Stephen R. Covey insanların güç odaklarını incelerken iki kavram kullanır: etki
ve ilgi alanı. Etki alanımız bizlerin birebir inisiyatifinde olan ve alacağımız
kararlarla yönünü değiştirebileceğimiz konulara karşılık geliyor. İlgi alanımız
ise kontrolü elimizde olmayan; ancak iş yaptığımız konuyu etkileyebilecek
unsurlar olarak tanımlanıyor. Yazar, daha etkin insanlar olabilmemiz için etki
alanımıza, ilgi alanımızdan daha çok vakit ayırmamız gerektiğini söylüyor ve etkinliği
yüksek kişilerin etki alanlarında uzmanlaşmayı tercih ettiğini savunuyor. Bu
insanların ilgi alanlarını hiçbir zaman göz ardı etmediğinin de altını çiziyor.
Etkili insanların dış etkenleri okuyabilecek, işlerini nasıl etkileyebileceğini
anlayacak kadar ilgi alanlarını öğrenmeleri gerektiğini vurguluyor. Aksi yönde davranış sergileyen insanların
etki alanlarındaki görevleri yaparken başarısız olmaları durumunda, suçu “ilgi
alanlarındaki” faktörlere attığını söylüyor. Aslında, Stephen R. Covey “şöyle
olsaydı, böyle olsaydı”, “şartlar uygun olsaydı” gibi söylemlerle egolarını
dengelemeye çalışan insanlardan bahsediyor.
Bu
metodu aklımda bulundurarak yelken ile ilgili olarak etki alanlarım üzerine
çalışmaya başladım. Olabildiğince mil yapmaya ve teknedeki her pozisyonda
tecrübemi artırmaya özen gösterdim. Hayalim olan Atlantik Okyanusu geçişini
tecrübeli bir ekibe katılarak gerçekleştirdim. Her fırsatta denize açıldım.
Motorla seyir süresini sıfıra indirmeyi hedefledim. Kısa zamanda yelkenlideki
kontrol edilebilir unsurlara hakimiyetimin arttığını görmek beni bu konuda daha
da motive etti.
Diğer
yandan ilgi alanım, yani yelkendeki kontrol edilemez unsurlar üzerine de
kendimi eğitmeye başladım. İleri meteoroloji eğitimi aldım. Yaptığım rotalarda
akıntılar ve coğrafi unsurların havaya etkileri hakkında kendime notlar aldım.
Farklı kaynaklardan olabildiğince fazla bilgi almaya özen gösterdim.Hatta işi
daha da ileriye götürdüm; fakat şu günlerde Volvo Ocean Race teknelerini internetteki
uygulamadan takip ederken ayrı kaynaklardan bulundukları koordinatlardaki
izometrik hava raporlarına bakıyorum, akıntıları izleyerek verebilecekleri
stratejik kararları izlemeye çalışıyorum.
YELKEN BENİ NASIL DEĞİŞTİRDİ?
Yelken konusunda
etki ve ilgi alanlarım üzerine eğilmeye başladıktan sonra seyirlerimde daha
farklı bir Emre görmeye başladım. Daha sabırlı ve yavaşlığa ayak uyduran..
Aslında buna yavaşlık dememek lazım. Doğal akışa ayak uyduruyordum. Sonuçta, kontrol
edebildiği unsurlar üzerinde uzmanlaşmaya çalışan biri oluverdim. Eşim bana
yarış sabahında “ne zaman dönersin?” diye sorunca, “yarış bitince” gibi ilk bakışta
anlaşılmayan derin bir cevap vermeye başlamıştım.
Bu
değişimin hayatıma da çok olumlu yansımaları oldu. Yaşadığım hayat ve işimle
ilgili etki - ilgi alanlarımı ayrıştırdım. Aynen, yelkenciliğimi geliştirmek
için yaptığım gibi bu konular üzerine de planlı şekilde eğildim. Gördüm ki,
aceleciliğim törpülenmeye başlamıştı. Yürümem, hatta araba kullanmam bile daha
normal hızlara düşmüştü. Zamanımın
çoğunu etki alanıma ayırmaya başlayınca, uzmanlaşmaya çalıştığım alanlarda
konsantrasyonum artmaya başladı.
Aslında,
yelken bana ekosistem içindeki yerimi anlatmıştı. Her şeyi kontrol edebilmemin
mümkün olmadığını öğretmişti. Beni o illüzyondan çıkarmıştı. Hayatta mutlu ve
başarılı olabilmek adına tek yapmam gerekenin kontrolüm dışındaki şeylere ayak
uydurmam gerektiğini göstermişti. Bunların çoğunu da bana Atlantik’te
öğretmişti… Özellikle de aldığımız bir hava raporu sonrasında 3 enlem
kuzeyimizde fark ettiğimiz fırtınadan kaçmak için rotamızın ters yönünde güneye
doğru yaptığımız 5 günlük seyir sürecinde… Ben o sıralarda “nasıl olur da
rotamız bu kadar uzar?” diye kendi kendimi yerken, o havaya yakalanan 3
yelkenlinin kaybolduğu haberini almamızla hayatımın en büyük dersini almıştım.
Hayatta
ve denizlerde pruvanız neta olsun.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder